İNSAN SOYUNUN ACILI TARİHİ…
17 Mart 2020 02:23:02
İnsan soyunun acılı bir tarihi var. Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Çok kırıldık ve az huzur bulduk..
Yaklaşık 10 bin yıl önce yeryüzünde beş-on milyonduk. Çok doğurgandık fakat çok ölüyorduk. 17. yüzyılda ite kaka 500 milyona ulaşabildik. Kısa refah ve barış dönemlerinde çoğaldık, uzun kıtlık, savaş ve hastalık dönemlerinde azaldık
Bütün varlığımız son bin yıldaki dalgalanmaların etkisinde hâlâ. Avrupa’nın çalkantılı Karanlık Çağı 1000 yılında sona erdi. Takip eden üç yüzyılda ortalama insan ömrü uzadı ve sayısı arttı. Küçüle küçüle kendi üzerine çökmüş yerleşim alanlarının etrafında yeni yerleşim alanları ortaya çıktı. Böylece merkezdeki duvarın dışında bir de dış duvarlar, kaleler kurmak gerekti. Eski şehirler şehir içinde şehre dönüştü, dışa doğru büyüdü. Ama buna denk düşecek bir örgütlenme ve üretim geliştirilememişti. Kıtlık baş gösterdi. Elde edilen üründen kalabalık alt sınıfın aldığı pay giderek azaldı.
Kötü beslenme hastalıkları davet ediyordu.
14. yüzyılın ortasında veba ardı ardına kentleri vurdu. Hastalık köylerde ve kentlerde, kalelerde ve kasabalarda insan bırakmadı. Kara Ölüm karanlık çağa rahmet okutuyordu. Avrupa karanlıktan gelmiş karanlığa dönüyordu…1335’te Venedik’te 100 bin, Almanya’da 1 milyon 250 bin kişi veba kurbanı oldu. 1348’de Avignon’da 150 bin, Paris’te 50 bin ve bir yıl sonra Londra’da 100 bin kişi vebadan öldü. Nüfusu 120 bin olan Floransa, ardı ardına yaşadığı 8 salgının ardından küçülmüş, 37 bin nüfuslu küçük bir kasabaya dönüşmüştü. 1335’te Çin hariç Asya kıtasında salgından 24 milyon kişi öldü. Vatikan kayıtlarına göre Avrupa’nın kaybı buna yakındı. Bu Avrupa’nın toplam nüfusunun üçte birinin kaybı anlamına geliyordu. Veba vura vura Avrupa’yı ve Asya’yı yeniden şekillendiriyordu.
Ardından Avrupalıların nüfus döngüsü yeniden başladı. Fransa ile İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşı sona ermiş, barış gelmişti. Veba öylesine kırıp geçirmişti ki hayatta kalanlar için yeteri kadar arazi ve yiyecek vardı. 16. yüzyılda Avrupalıların nüfusu 80 milyon civarındaydı. 17. yüzyılda 100 milyona ulaştı. Sonra yine kıtlık, yine savaşlar... Veba kendine yeni yoldaşlar bulmuştu. Çiçek, dizanteri, tifüs ortalığı kasıp kavuruyordu.
Prof. Hikmet Özdemir’in az bilinen bir kitabı var; Salgın Hastalıklardan Ölümler başlığını taşıyor. Konusu, savaşlar ile salgınlar arasındaki ilişkidir.
Bu konuda çok sarsıcı tezleri var. Arapların Haçlı ordularını sıtma ile yendiği, Rusların Napolyon ve ordusunu tifo ile geri püskürttüğü, Amerikan İç Savaşı’nda sonucu ishalin belirlediği, bunlar arasındadır. Yeni Dünyanın Avrupalı istilacılar tarafından değil taşıdıkları mikroplar tarafından istila edildiği, yeni hastalıklarla karşılaşan yerlilerin kitleler halinde öldükleri ve Avrupalıların taşıdıkları mikropların yarattığı boşlukta sorunsuzca ilerledikleri. Küçük kuvvetlerle büyük bir kıtayı ele geçirdiklerini teferruatlı olarak anlatır bu kitap.
19. yüzyılda yaşamış Prusyalı hekim Rudolf Virchow, mikroplar üzerine uzun incelemelerinden sonra, salgın hastalığı değişen koşullardaki yaşam olarak tarif etmiş. Koşullardan kasıt yemek ve giyim alışkanlıkları, ticaret, seyahat, ev yaşamı, iklim gibi tüm çevredir. Yaşam koşullarına müdahale edildiğinde veya köklü bir değişiklik yaşandığında insanlar ile mikroplar arasındaki ilişki de değişir, önceden kestirilemeyen bir sonuca yol açar.. Sonucun çoğunlukla ölüm olduğunu biliyoruz. Ölüm ise insanları yeni bir yaşama zorlar. Virchow, tezlerini Çekoslovakya ile Almanya arasındaki Yukarı Silezya’da yoksul pamuk işçileri arasında baş gösteren tifüs salgını inceleyerek geliştirmişti. Tifüsten mikroptan çok şiddetli yağmurların, kötü yaşam koşullarının ve yoksulluğun sorumlu olduğunu söylüyordu.
Bizde de örnekleri var.
Sam White Osmanlı’da İsyan İklimi adlı çalışmasında 16. yüzyılda yaşanan Küçük Buzul Çağının Celali İsyanlarının fitilini ateşleyerek Osmanlı imparatorluğunu yıkılmanın eşiğine getirdiğini ileri sürüyor. Yoksulluk hep vardı fakat çevre ve iklim değişikliği o yoksulluğu tahammül sınırlarının ötesine taşıdı, isyana dönüştürdü, dediği budurBizim tarihimizi şekillendiren iki yakın tarih vakası, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşı’nda da açlık ve yoksulluk belirleyici olmuştur. Açlığın yol açtığı kolera, tifo ve dizanteri savaştaki çatışmalardan daha fazla askerin ölümüne yol açtı. Kurşunla bir, hastalıkla iki öldük. İnsanlığın asıl savaşı kendi yol açtığı yoksullukladır.
Elbette, arada ayrıcalıklı çağlarımız var. Avrupa burjuvazisi 1871’de Paris’te Komün’ü yenince alt sınıfın tehdidinden azade ayrıcalıklı bir çağ başladığına inandı. Ekonomik kalkınmanın ve refahın görece arttığı, çatışmaların ve büyük çaplı savaşların olmadığı bir dönem hayal ediyorlardı.Bu burjuva rüyası 30 yıl sürdü ve büyük bir savaşın patlaması ile sonuçlandı. 1. Dünya Savaşı gerçekte bir Avrupa iç savaşıydı. Üstelik içinden Ekim Devrimini çıkararak burjuvazinin tatlı uykusuna son vermişti.
Sonra kısa bir mola ve ikinci Avrupa iç savaşı. İkincisinin içinden de yeni bir rüya, Amerikan rüyası, çıkarmayı başardı, bir sürede bu rüya ile idare etti. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile yeniden ayrıcalıklı bir çağa girdiğini düşünüyordu. Amerikan rüyası da bir kâbusa dönüşmek üzere...Çünkü artık sadece yağma, yıkım ve yoksulluk üretebiliyor.
Uyanıyoruz. Büyük bir yıkımın eşiğinde, büyük savaşların üçüncüsünün kaçınılmaz olduğunu fark etmenin dehşeti ile donup kaldık.
Son Salgında üstüne geldi. İşçi sınıfının en zor şartlarda en düşük ücretlerle çalıştırıldığı Çin’de patlak vermesini de asla rastlantı sayamayız. Kıtlık, açlık ve yoksulluk büyüyor. Salgın bunların belirtisidir. Bizi değişen koşullarda yaşama zorluyor.
İnsan soyunun acılı bir tarihi var…
Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. ..
Yoksulluk da bulaşıcıdır..
Yaşamasına izin vererek daha fazla yürüyemeyiz….
Sevgilerimle..