ALBERT CAMUS ve KARA VEBA…
20 Nisan 2020 17:55:08
1941’in Ocak ayında Albert Camus, Cezayir’in Oran adlı sıradan bir sahil kasabasında hayvanlardan insanlara kontrol edilemez bir şekilde yayılarak nüfusun yarısının ölümüne sebep olan bir virüs hakkındaki hikayesi üzerine çalışmaya başlıyor. Camus tarafından altı yıl sonra, 1947 yılında yayımlanan bu hikaye, “Veba” , savaş sonrası dönemdeki Avrupa romanlarının en iyi örneklerinden biri olarak tanımlanıyor.
Camus, bu kitabı yazmak için dünya tarihindeki önemli veba salgınlarını derinlemesine araştırıyor. 14. yüzyılda Avrupa’da tahmini olarak 50 milyon insanı öldüren Kara Veba , Lombardiya ve Veneto bölgelerinde 280 bin kişiyi öldüren 1630 tarihli İtalyan vebası, 1655’te Londra’da ortaya çıkan büyük veba salgını ve 18-19. yüzyıllarda Çin’in doğu sahillerini tahrip eden büyük veba salgınları bunlardan bazıları.
Camus aslında bir veba salgını üzerine yazmıyordu. Kitap aslında Fransa’nın Naziler tarafından işgalini konu alan metaforik bir hikaye özelliği taşıyordu. Ancak Camus kitabını veba teması üzerine kurmuştu. Camus, veba olarak adlandırdığımız bu gerçek tarihsel olayların; tüm insanları, herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir virüs ya da herhangi bir kaza tarafından yok edebilecek evrensel bir önkoşulun ve kalıcı kuralların oldukça dramatik öz yığınları olduğunu düşünüyordu.
Ürkütücü bir normallik havasıyla başlayan Veba’da, Oran kasabasının sakinleri paranın merkezde olduğu, doğallığını ve saflığını yitirmiş hayatlar süren modern insanlar olarak betimleniyor. Bu normallikten sonra, kitapta gittikçe artan gerilimin eşliğinde yoğun bir korku havası başlıyor. Kitaptaki ana karakter ve anlatıcı, Dr. Rieux, sokaklarda ölü farelerle karşılaşmaya başlıyordu. Çok geçmeden de, Oran’ı bir salgın ele geçiriyordu. Kasaba sakinlerinin hızla birbirlerine bulaştırdıkları hastalık, Oran’ın her sokağında korkunç bir panik havasına sebep oluyordu.
Fakat Oran halkı bu vebayı kabul edemezdi. Şehrin dörtte birinin veba yüzünden ölüm döşeğinde olmasına rağmen hâlâ bundan kaçabileceğine inananlar vardı. Onlara göre Oran insanları; telefonları, uçakları ve haber alma imkanları olan modern insanlardı. Sonları kesinlikle tarihteki diğer veba salgınlarında ölen insanlar gibi olmayacaktı. Kitaptaki karakterlerden biri “Şu an yaşadığımız şeyin veba olması imkansız. Veba, Batı toplumlarında çoktan kayboldu” diyordu. Camus ise “Evet, bunu herkes biliyor” derken “Ölüler dışında” diye ekliyordu.
Camus’ye göre, ölüm konusunda, tarih boyunca herhangi bir ilerleme kaydedemedik ve bu konudaki kırılganlığımızdan da herhangi bir kaçışımız olmadı. Hayatta kalmak, biz insanlar için her zaman bir tehlikeydi ve olmaya da devam edecek. Bu, gerçek anlamda kaçınılmaz ve her zaman akıllarda olan bir durum. Ortada bir veba olsun ya da olmasın, veba derken kastettiğimiz şey ani bir şekilde ölmeye yatkınlıksa, bu bütün hayatlarımızı birden anlamsız kılabilecek bir olay. Bu her zaman böyleydi ve böyle kalmaya da devam edecek.
Camus, meşhur absürtlük felsefesinde de tam olarak bundan bahsediyordu. “Yaşamın içindeki absürtlüklerin farkına varmak, bizi umutsuzluğa değil; trajikomik bir kurtuluşa, kalbimizin yumuşamasına, yargılamaktan uzaklaşmaya ve neşeyle minnettarlığı ahlaklaştırmamıza yol açmalıdır” diyordu.
Veba, bizi panikletmeye çalışmıyor. Çünkü aslında panik duygusu, sonunda güvenli hissedebileceğimiz tehlikeli ancak kısa süreli bir duruma cevap olarak ortaya çıkıyor. Ancak hiçbir zaman tam olarak güvenli hissedemeyiz – ve bu yüzden Camus için, dünyadaki lanet olası insanları sevmeli ve umut ya da çaresizlik hissetmeden acılarımızı iyileştirmek için çalışmalıyız. Hayat, tedavisi olmayan hastalıklarımızın son evresini geçirdiğimiz bir yerdir ama asla bir hastane değildir.
Veba’da, hastalığın bulaşmasının zirve yaptığı ve haftada 500 kişinin öldüğü bir dönemde, Paneloux adlı Katolik bir rahip, kasabadaki vebanın, aslında tanrının ahlaksızlığın cezası olarak yolladığı bir lütuf olduğunu öne süren vaazlar veriyordu. Ancak gözlerinin önünde bir çocuğun vebadan ölümünü izleyen Dr. Rieux vebanın ne olduğunu daha iyi biliyordu: Acı insanlara rasgele dağıtılmıştı ve hiçbir anlam ifade etmiyordu. Acı, basit anlamda bir absürtlüktü ve belki de bu, onun hakkında söylenebilecek en kibar şeydi.
Dr. Rieux, etrafında vebadan dolayı acı çeken kişilerin acılarını azaltmak için yorulmadan çalışıyordu ama kendisi için o bir kahraman değildi ve zaten bütün bunlar kahramanlıkla ilgili de değildi. Ona göre, her ne kadar saçma görünse de veba ile savaşmanın tek yolu ahlaklı olmaktı. Hastalardan biri, “Ahlaklı olmak nedir peki?” diye soruyordu. Rieux ise “Benim yaptığım işi yapmak” diye cevap veriyordu.
Bir yıl sonra, veba kasabadan uzaklaşmaya başlamıştı ve Oran halkı bunu kutluyordu. Acıları sona ermişti, günlük hayatın normalliği geri dönebilirdi. Camus’nün dizeleriyle, Dr. Rieux bunun vebaya karşı alınmış kesin bir zafer olmadığını biliyordu. Rieux’ye göre bu zafer, yalnızca veba salgınlarına karşı neler yapılması gerektiğinin basit bir kaydı olabilirdi. “Veba asla ölmeyecek. Yatak odalarında, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve eski gazetelerde sabırlı bir şekilde bekleyerek, mutlu şehirlerdeki farelerini canlandırıp onları öldüreceği günü bekliyor” diyordu Rieux.
Camus bizimle kendi çağımızda bile konuşabiliyorsa bunun sebebi; bugün en iyi epidemiyologların bile göremeyeceği şeyleri üstü kapalı bir biçimde bize anlatan sihirli bir kahin olması değil, insan doğasını son derece doğru bir şekilde ölçüp biçebilmesidir. Camus bizim bilmediğimiz bir şeyi biliyordu:
“Herkesin kendi içinde bir vebası var çünkü kimsenin buna karşı bağışıklığı yok.”
Sevgilerimle